Diğer taraftan ilim, irfan ve mâneviyât tahsil etmek maksadıyla Mescid-i Nebevî’de ikâmet eden ve kendilerine “ehl-i suffe” denilen bu sahâbe topluluğu, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın teşvikiyle zühd ve takvâda temâyüz etmişlerdir. Hattâ Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın zenginlerinden bu zümrenin iâşe ve ibâtesi husûsunda yardımcı olmalarını talep etmiştir. Bu durum; tasavvufî davranışların, sünnet-i Rasûllullâh karşısındaki mevkiîni ve onun nebevî bir tasdîke dayanmış olduğunu gösteren târihî bir gerçektir.
“Sûf” kelimesinden “ehl-i suffe” ve onların riyâzât ve takvâlarından “tasavvuf” ve “mutasavvıf” kelimeleri zamanla neş’et edip yaygınlaşarak tarihin seyri içinde müesseseleşmiştir.
Takvâ: Allâh’a karşı mes’ûliyet duygusu içinde, ilâhî emir ve yasakları titizlikle uygulamak sûretiyle kalbin korunmasıdır.
Zühd: Mâsivâ, yâni Allâh’tan -celle celâlühû- başka her şeyin kalbde ehemmiyetini kaybetmesidir.
İhsan: Müminin, kendisini ilâhî müşâhedenin altında hissedip davranışlarını o minvâl üzere devâm ettirmesidir.
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.